İçelim, Ayvalık!
Ömrümün kopan zincirlerinden birer halka atıyorum her defasında cebime. Biriken halkalardan yeni bir zincir yapacak, oturtup karşıma rakı içirecek ve zil zurna sarhoş edeceğim onu, tüm zincirler tükendiğinde. Diğer cebimdeyse, artık birer anı olmuş düşlerim ve düş olmuş anılarım var. Çok eskilerden gelen paslanmış, unutulmuş düşlerim; soğutulmuş anılarım..
Ömrümün kopan zincirlerinden birer halka atıyorum her defasında cebime. Biriken halkalardan yeni bir zincir yapacak, oturtup karşıma rakı içirecek ve zil zurna sarhoş edeceğim onu, tüm zincirler tükendiğinde.
Diğer cebimdeyse, artık birer anı olmuş düşlerim ve düş olmuş anılarım var. Çok eskilerden gelen paslanmış, unutulmuş düşlerim; soğutulmuş anılarım. Örneğin sımsıcak İzmir yazları ve ıpıslak sesleri yıldızlı dalgaların.. Sonra beyaz tenli beyaz elli güzel kız; kulağıma durmadan şiirler fısıldayan ama yine de gözlerime hiç bakmayan.. Uzaklara doğru açılmış bir yelken; var olanı tümden reddedebileceğine inanılan.. Ve daha yüzlercesi.. Yüzlercesi..
Her yeni bir halka atışımda ceketin sol cebine, sağ ceptekilerden biri daha paslanıyor. İşin ilginç yanı, sevgili okuyucu, paslanan düşler külçe gibi ağırlaşıyor! Bir cepte kırık zincirlerden halkalar, bir cepte terk edilmiş düş kanatlı anılar.. Güzel ceketim benim, ha babam sarkıyor..
Bir Ayvalık akşamında oturmuş, denize karşı içiyorum. Cebimdeki halkaları sayıyor, zinciri tamamlamaya ne kaldığını hesaplıyorum. Derken bir balık gibi sıçrayıp denizden, dikiliveriyor sarhoş gözlerimin önünde bir deniz kızı..
Güzel gözlü Mirella..
Öyle bir bendir çal ki bana, şu ceketi belime sarayım, oynayarak varayım sabaha!
Özgün Ulusoy
İstanbul, 18 Şubat 2007