Show Must Go On
Ege’den bir rüzgar esiyor; gözlerime dokunuyor, saçlarıma.. İçimde birikip duran sözcükleri aktaramadığımı fark ediyorum. Rüzgar alsın hepsini gitsin istiyorum. O kadar tatlı esiyor ki.. O kadar ılık..
Sözcükleri art arda dizme yetimi kaybettiğimden beri kaçıyorum konuşmaktan. Sözcükler, zaman geçtikçe eskiyorlar sanki. Gözümün önünde eriyorlar, bir bir. Atmak için hırsla elime aldığım taşın aslında bir sünger parçası olduğunu görmek gibi bir şey bu.. Atıyorum, gitmiyor..
Bayağı sözcükler, bayağı düşler var her yanımda. O kadar çoklar ki! Bir şey söylemek istiyorum, bütün ruhumla, bütün bedenimle, bütün varlığımla söyleyeceğim.. Nefes alıyorum, hazırlanıyorum.. Susuyorum.. Sustuğum zaman daha gerçek oluyor, daha temiz, sanki.. Susmadıklarım kirleniyor; sustuklarım daha bir benim gibi..
Rüzgara bir omuz verip esiyorum onunla. Yunan köylerinden sırtladığımız anason kokusu başımızı döndürüyor. Küçük bir kızın elindeki balonu görüyorum, esen rüzgara inat onu nasıl da kavradığını.. Ne güzel şey, diyorum, şu küçük kızla aynı anda dünyada olmak!
Söyleyecek dağlar kadar şey var, susacağım o halde. Sözcüklerimin, ilk anlamlarını zerre kadar aşamayan alelade cümlelere dönüşmelerinden korkuyorum.
Bir gülümseme olsun dudaklarında söylediklerim, söyleyemediklerim..
Zincirin ilk halkası gibi bir şey, işte..
Özgün Ulusoy
24 Haziran 2008, İstanbul