Ne Çabuk ?!
Bugün bir fotoğraf stüdyosunda oturmuş vesikalık fotoğraflarımın basılmasını beklerken, zaman dursun istedim. Öylece donsun; havaya dağılan sis gibi, olduğu yerde kıpırdamadan asılı kalsın, beni daha fazla korkutmasın, sıkıştırmasın, gözlerimi hüzünden ya da hırstan doldurmasın istedim. Kimsenin ilişmeyeceğini bilsem; o soğuk, rastgele mekandaki biçimsiz sandalyede süresiz oturabilirdim. İşte bu yüzden, orada uzun süre öylece oturabilmek için yani, zamanın durmasını istedim.
Benzer bir duyguyu daha önce de yaşamıştım. Uzak ülkelerden, uzak günlerden birinde bir çamaşırhanede, merdanesi habire dönüp duran makinaya gözlerimi dikmiş, duracağı anın gelmesini bekliyordum. Birden, aslında içimdeki huzursuzluğun merdanenin dönüşünden değil; eninde sonunda dönmekten vazgeçecek oluşundan kaynaklandığını fark ettim. Biraz sonra dönmeyi bırakacaktı. Çamaşırları çantama yükleyip dışarı çıkacaktım. Yerdeki beyaz kara basarak yürüyecek, köşedeki Second Cup’a uğrayacak, küçük boy bir paradiso isteyecektim. "Süt eklemek için yer bırakayım mı?" diye soracaktı sarı saçlı kız, ben "Hayır" deyip gülümseyecektim. Sonrası belirsiz ve siyahtı. Ama en azından buraya dek her şey planlıydı; üç sonraki değilse de, bir sonraki adım açıkça biliniyor ve bu, içinde bulunduğum ana sihirli bir güç katıyordu. O halde, işte o an, yani merdane henüz dönerken, belirsizlikler sisin içinde gözden yitmişken ve ben dünyanın o en rahatsız, en pis sandalyesinde koca evrene karşı bir başıma -dimdik- otururken, zaman durmalıydı. Durmalı ve sonsuza dek uzamalıydı. Çünkü işte, hayatın en huzurlu, en tatlı anı tam olarak o andı!
Siyah perdeyi aralayıp bulunduğum odaya geldi kadın. “Beyefendi, fotoğraflarınız hazır” dedi.
Doğruldum, "Ne çabuk!" dedim.
Özgün Ulusoy
İstanbul, 26 Kasım 2013
- Bertolt Brecht