Aşk Olsun Susan Hanım!
Yarım saat kaldı. Şunu da halledip kalkayım. Ne halletmesi? Bir öncekini 20 dakikada bitirdiğimi unuttum mu? Geç kalacağım. Hızlıca yapsam? Hemen başlasam? Delirdim herhalde, yine evden koşarak, telaş içinde mi çıkmak istiyorum? Kendime üç beş dakika sakince yürüme fırsatı vermeden, çevreme bakmadan, öylesine uçar gibi mi gitmek istiyorum? Allah allah, sakin sakin yürümekmiş, yürüyeceğim de ne olacak, akşama kadar yürümedim mi, başım göğe mi erdi?
“Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş — on dakika sonra ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.”
Yarım saat kaldı. Şunu da halledip kalkayım. Ne halletmesi? Bir öncekini 20 dakikada bitirdiğimi unuttum mu? Geç kalacağım. Hızlıca yapsam? Hemen başlasam? Delirdim herhalde, yine evden koşarak, telaş içinde mi çıkmak istiyorum? Kendime üç beş dakika sakince yürüme fırsatı vermeden, çevreme bakmadan, öylesine uçar gibi mi gitmek istiyorum? Allah allah, sakin sakin yürümekmiş, yürüyeceğim de ne olacak, akşama kadar yürümedim mi, başım göğe mi erdi? Biraz daha düşünürsem zaten hiçbir şeyin bir anlamı kalmayacak, çıkıyorum, haydi, düşeyim önüme.
Mont alsam mı, almasam mı… Ocak açık değil, değil mi? Açık demişken camı çerçeveyi açık bırakmayı düşünmüyorum herhalde. Hayır hava güzel de, böcek möcek girebilir. Ben evdeyken girmiyorlar çünkü.
Yahu aslında şu son parçayı da bitirip öyle çıksaydım. Veya aslında hiç gitmesem, oturup güzel güzel çalışsam. Hazır böyle tempolu çalışırken bölmesem. Yok hayır, saçmalıyorum. Hem daha önce de olmadı mı böyle, “Şimdi ne işim var o karanlık salonda” diye ayak sürüyerek her gidişimde başka bir adam olup çıkmadım mı dışarı? Çıktım. O zaman en iyisi şimdi keseyim sesimi. Asansör giriş katına gelmiş zaten, buradan geri dönersem deli derler adama.
Oh. Hava ne güzel. İnsanlar ne güzel. Bu sabah sinemanın önünden geçerken gördüm afişi, Hannah and Her Sisters yalnızca bir gün için gösterim programına alınmış. On yıl önce falan Bakırköy’de, bir tüp geçitteki tezgahtan aldığım CD sayesinde izlemiştim ilkin. Sonra izlemiş miydim bir daha? Anımsamıyorum. Filme dair parça parça bir şeyler var aklımda, birleşmiyorlar. Demek ki insan bir şeyi ne kadar beğense, onu ne kadar benimsese, ne kadar ona ait olduğunu hissetse de, zaman geçti mi lime lime oluyor her şey. Bir insanı sevince de böyle oluyor, bir filmi sevince de, bir şehri sevince de. Zaman en beklenmedik anda, üstelik de tüm hızıyla geçiverince her şey yok oluyor.
Kanıt mı istiyorum? Eski arkadaşlarımın seslerini düşüneyim. Varlar mı? Yoklar. En yakın arkadaşımınki bile mi? O bile. Sonra, sevdiğim kadınların gözleri, varlar mı? Yoklar. En çok sevdiklerim, bakmaya en çok utandıklarım da mı? Onlar da. Yani, korkunç bir var olmamışlık hali.
Ama Facebook? Bırakayım canım şimdi Facebook’u, insanoğlunun doğanın düzenine indirdiği en büyük darbe değil mi o? Yirmi yıldır görmediğim, hiçbir gerçek ortamı paylaşmadığım insanların cebimdeki ekrandan fırlayıp fırlayıp işime karışmalarından; değil kendilerinin, çocuklarının dahi az önce ne yediğini kulağıma fısıldamalarından daha büyük, daha korkunç bir olağan dışılık olabilir mi yeryüzünde? Göreyim bak, insanlığın sonu nükleer enerjiden, savaşlardan yahut sırrı çözülemeyen bir virüsten değil, tüm yaşamı arsızca ele geçirip kuralları yeniden yazmaya cüret eden bu acayip icatlardan olacak. Haydi canım ben de, ortalığı boş buldum, sallıyorum. Yaşlanıyor muyum ne?
Şu yanım sıra yürüyen sarı saçlı minik çocuğa bakayım, ne şeker! Annesinin arkasından bağırıyor, “Unuttun beni burada anne!” diyor. Anladım çocuk, anladım seni. Anladım henüz yirmisindeki, bilemedim yirmi üçündeki gamsız annenle birlikte neden çıktığını karşıma. “Dün de yok, yarın da yok” diyorsun bana, “Bir tek bugün var!”. Korkma, bırakmaz annen seni.
İşte sağımda semt kütüphanesi. Önündeki bank hep boş olur, kim beş metrekarelik minicik bir parkta üstelik kaldırımın ağzının içinde oturmak ister ki? Ama bugün biri oturuyor, karton bardakta büyük boy Tim Hortons kahvesini bankın üzerine, yanıbaşına yerleştirmiş. Diğer yanındaysa çalıştığı kitapçıya ait bir poşet duruyor. Kucağında eğreti duran çantasının ağzı açık, sigara paketini bulmuş, çantanın içindekileri yere dökmeden paketten bir sigara çıkarmaya çalışıyor. Ne kadar sakin. Şu an, yaşamının en huzurlu anlarından biri, besbelli.
Tanıyorum ben bu kadını, üç beş sene önce -şimdi hesap yapmak istemiyorum- çalıştığı dükkandan bir doğum günü hediyesi almıştık. Hatta sonra aramızda konuşmuş, “Ne kadar hayat doluydu şu kadın, öyle değil mi?” demiştik. Ne güzellerdi, iyi ki vardı böyle insanlar, bizi mutlu ediyorlardı. Gitsem şimdi, pat diye önünde dikilsem, “Ben” desem, “seni tanıyorum. Biz senden bir şeyler almıştık. Bir vakit önceydi, sorma ne zamandı, şimdi hesap yapmak istemiyorum. O gün bize çok iyi davranmıştın, güler yüzünle bizi mutlu etmiştin, bak hatırladım seni” desem. “Şimdi seni görünce gelip bunları söylemek istedim ki şaşır, sevin, sigaranı daha mutlu iç” desem…
Bak kafamın içindeki filme girdim, uçtum gittim yine. Eşekliğime doymayayım, şu yaşıma geldim hala o filmle gerçekliği birbirinden ayırt edemiyorum. Aslında bal gibi ediyorum, bu pek işime gelmiyor. Kafamın içindeki dünya daha güzel çünkü. Yaşamın onun gibi olmadığını kabullenmek istemiyor, ayak diriyorum. Nasıl da acayip kurallar yaratmışız hep birlikte. Nasıl da duygularımızı küçültücü bulur, gizler; güçlü olabilmek için ayaklarımızın altında un ufak eder olmuşuz.
Kütüphane epey geride kaldı, şu ışıkları geçince sinemadayım. Turgut Uyar’ın bir şiiri vardı, ne diyordu? Tam da anımsamıyorum, telefonuma baksam mı? Bakayım tabi, ne halt etmeye taşıyorum ki onu yanımda? Fotoğraf çekmese, aklıma takılan soruların yanıtlarını şak diye karşıma çıkarmasa ne yapayım telefonu? Tamam sen biraz kenara çekil Hüsnü. Evet profil fotoğrafın güzel olmuş. Beğendim tabi niye beğenmeyeyim? Bakalım ne diyormuş şair:
duygusal olmasından korkarak
-kırsal bir yerde sararmış
özellikle öğle yemeğinde-
“seni çok özleyeceğim” dedim
“ben de”
doğrusu belki de ve nedense
duygululuk küçültücü geliyor insana
ne kadar eylülü üst üste yığsan
böyle olmaz belki
feyyaz diyor ki oysa
“ben bir ağlama ustasıyım”
galiba ben de. (*)
***
İşte kapı, işte gişe, işte üyelik kartım, işte sekiz dolarım. İşte ben. Hepimiz buradayız. Hannah? Burada. Kardeşleri? Buradalar. Woody? İçerde. Eh. Hadi madem.
Bazı günler filme girmek için kaldırım boyunca uzanan kalabalıktan eser yok bugün. Koskoca eski salonda yirmi, bilemedim yirmi beş kişiyiz. Ne güzel. Bu her şeyin yolunda olduğuna, hayatın olağan akışının sürdüğüne işaret. İşte lokantalardaki, kafelerdeki, dükkanlardaki kalabalıktan sıyrılmış; ışıklı caddelerde gizli tüm olasılıkları ellerinin tersiyle itip bu loş, bu kıpkırmızı koltuklu salonda buluşmuş, kafalarının içindeki dünyalarına sıkı sıkı sarılmış yirmi beş insan…
“Hi”
“Hi”
İşte, dışarıdaki yüz binlercesinin gereksiz bulacağı; aynı küçük sandalda yol alan ve fakat birbirlerinin varlıklarını ancak belirli zamanlarda fark edenlerin usul, sırdaş selamlaşmaları. İşte benim insanlarım. İşte benim hayatım. Hi be, hepinize tek tek hi!
Perde açılıyor. O bildik yazı biçimi… İnsanın ruhunu okşayan o bildik notalar… O bildik isimler… Film Editor — Susan E. Morse… Oo Susan Hanım, siz de mi buradaydınız? Yeniden karşılaşmak ne hoş… Sonra, güzeller güzeli Mia Farrow… Sonra, “Nobody, not even the rain has such small hands”, yani, E. E. Cummings’in meşhur (!) dizesi… Ve benim şaşkınlığım. Ama nasıl olur, ben bunun Cummings’e ait olduğunu öğrenmişim, muhakkak yani, öğrenmiş olmalıyım. Öyle ya, tüp geçitten beş liraya satın aldığım CD’den çekip çıkarmış olamaz ya Susan Hanım bu dizeyi? Ama insanın aynı hayatta, aynı şeyi iki kere öğrenmesi de kulağa pek saçma geliyor doğrusu. Aşk olsun yani Susan Hanım, vallahi billahi aşk olsun size!
Filmin ardından isteksizce çıkış kapısına doğru yürüyorum. Sıra sıra dizilmiş afişlerin önünde bir süre oyalanıyorum. Sinema yönetimi elindeki eski afişleri buraya koyuyor ki isteyen birileri olursa satın alabilsin. Ne diyor duvardaki yazı? Bir afiş beş dolar, üç afiş on dolar. Woody Allen’ın Magic in the Moonlight’ı ilişiyor gözüme. Ne vakittir ilginç bir şey bulursam alayım diyordum. Dışarıya bakayım, şuradan gözüküyor, güzel, yağmur yok. Evde de koca bir boş duvarım var. Hay aklımla bin yaşayayım!
Sinemanın kapısı kapanmış, iki görevliyle ben kalmışız içeride. Fazla oyalanmamalı.
“Ben bunu alıyorum”
“Tabi, sana bir silindir kutu vereyim, içine koyalım”
“İki üç ay önce bir Türk filmi göstermiştiniz, onun afişi de duruyor mu?”
“Kış Uykusu mu? Dur bir bakayım, şu odada olabilir”
Umarım bulur. Ne iyi oldu da akıl ettim sormayı. Filmi izlediğimde tembihlemeyi, “Gösterimler bitince kimseye satmayın, ben alacağım” demeyi düşünmüş fakat bunu yapmayı Nuri Bilge Ceylan’ın kafamın içine kazıdığı türlü duygular yüzünden unutmuştum. Sinemadan çıkınca filmi birlikte izlediğim arkadaşlarımla birbirimize bakmış, ilkin tokat yemiş gibi duruşumuza gülmüş sonra da uzun uzun konuşmak üzere soluğu tenha bir barda almıştık. Kendisine duyduğum ilgiden habersiz afiş öylece kalakalmıştı.
“İşte buldum”, diye çıkıyor odadan, “İki tane alsan da on dolar, üç tane alsan da. Bir tane daha seç”
“Başka Woody Allen var mı içeride?”
“Dur bakayım, acelen var mı?”
“Benim acelem yok da, kapatacaksınız sinemayı, vaktinizi almayayım?”
“Olur mu canım öyle şey, bakıp geliyorum hemen”
O bakıp gelene kadar ben yerleri silen kızı izliyor, elimdeki posterleri kırıştırmadan rulo yapmaya çalışıyor, lisedeyken Balıkesir’deki Şan Sineması’nın önünde durup “eski afişleri istesek verirler mi acaba?” diye merak edişimizi düşünüyorum. Ne kadar gerçek, ne kadar büyük ve ne kadar ulaşılmazdı onlar. Geliyor adam, bulmuş mu acaba? Bulamamış. Olsun. Ama ben yine de başka bir şey seçseymişim, sonuçta aynı paraymış. “Yok” diyorum, “teşekkür ederim, seçmek istemiyorum.” Yerleri silen kız gülerek bana bakıyor, meğer çok güzel afişler almışım, şaşırmış biraz çünkü genelde insanlar böyle şeylerle ilgilenmezlermiş.
Çocuk gibi sevinçliyim. Fena mı oldu bak? Eski dostları gördüm, neler düşündüm, neler hissettim. Geçmişin, geçmişteki insanların nasıl önce birer birer tozlandıklarını, sonra da adeta kör kuyuya atılmış taşlar gibi ses bile çıkarmadan yok olup korkunç bir karanlığa dönüştüklerini fark ettim. Bir de elbette, geçmişe inat, bugünün -hala- var olduğunu.
Yusuf Atılgan’ın “sinemadan çıkmış insan” diye tanımladığı yaratık şu an tüm gerçekliğiyle, kanlı canlı biçimiyle yanıbaşımda. Onu kaybetmek istemiyorum. En iyisi acele etmeden ağır ağır yürümek ve şu yaşadığım anın tadını sonuna kadar çıkarmak. Evet. Eve gidince de oturup her şeyi kağıda dökeyim. Ne anlatmak istiyorsam, bugün yaşadıklarıma dair dünyaya ne bırakmak istiyorsam tek tek bulup yazayım. Yahu ne adamım, bütün bunlar dünyanın umurunda mı sanki? Hah ağzıma sağlık bunu iyi dedim, iyisi mi, bunu da yazayım.
Eve varınca önce afişleri düzleşsinler diye halının altına yerleştiriyorum. Sonra hiç acele etmeden, zamanın akışıyla hiç inatlaşmadan, onu belki de ilk kez böylesine sakince kabullenerek alıyorum kağıdı kalemi elime, başlıyorum yazmaya:
“Yarım saat kaldı. Şunu da halledip kalkayım. Ne halletmesi? Bir öncekini 20 dakikada bitirdiğimi unuttum mu? Geç kalacağım. Hızlıca yapsam? Hemen başlasam? Delirdim herhalde, yine evden koşarak, telaş içinde mi çıkmak istiyorum? … “
Özgün Ulusoy,
Ottawa, Mayıs 2015
(*) Galiba Ben De, Turgut Uyar