Yukon Yaşar
Ayağındaki terliği plakçalara doğru fırlatmayı ve bu sayede küçük ölçekli de olsa bir deprem yaratmayı düşündü. Hemen vazgeçti, zira terliğin gittiği yerden kendi kendine geri dönmesi takılmış plağın kendiliğinden çözülmesinden daha olanaksızdı. Ah be Louis, ne olurdu uğraştırmasan şimdi sabah sabah? Ne olurdu yani takılmasan böyle ufak tefek şeylere, “Eee Yaşarcığım, nerde kalmıştık” der gibi, yıllarca kekelemiş bir dilin apansız çözülüşü gibi coşkuyla tamamlayıversen cümleni?
Giive mee -- a kisssss to build a dream oon,
And my imagination -- will thrive upon that kissss
Sweatheaaart -- I ask no more than this
A kiss to bui.. kiss to bui.. kiss to bui.. kiss to bui.. kiss to bui..
“Tu allah belanı versin” dedi yerinden kalkmadan. Takılmış bir plağın çıkardığı sesten daha kötü olan tek şey elbette plağın bu durumdan kendi kendine çıkamayacak olmasıydı. Eğer biri bir şey yapmazsa yeryüzünde yaşam bitene, kıyamet lavları caddeleri doldurup tüm kasabayı yok edene dek sürecekti bu durum. Louis Armstrong bıkmadan usanmadan, on kere, yüz kere, milyon kere tıslayacak; hiçbir dilde anlamı olmayan kiss-to-bui’ler kendine özgü melodileriyle Yaşar’ın biraz önce neşe içinde koltuğa gömülmüş bedenini ağır ağır yutacaktı.
Ayağındaki terliği plakçalara doğru fırlatmayı ve bu sayede küçük ölçekli de olsa bir deprem yaratmayı düşündü. Hemen vazgeçti, zira terliğin gittiği yerden kendi kendine geri dönmesi takılmış plağın kendiliğinden çözülmesinden daha olanaksızdı. Ah be Louis, ne olurdu uğraştırmasan şimdi sabah sabah? Ne olurdu yani takılmasan böyle ufak tefek şeylere, “Eee Yaşarcığım, nerde kalmıştık” der gibi, yıllarca kekelemiş bir dilin apansız çözülüşü gibi coşkuyla tamamlayıversen cümleni? Hı? Ne olur tadımızı kaçırmasan?
- Yapma lan, daha yeni oturdum
- Kiss to bui…
- Oğlum bak
- Kiss to bui...
- Şerefsizliğin alemi yok
- Kiss to bui…
- Şerefsiz!
- Kiss to bui…
- Şerefsizsin!
- Kiss to bui…
- Lan!
- Kiss to bui…
- …
- Kiss to bui…
- Adi herif, bari terliği geri gönd…
- Kiss to bui…
Yok, olmayacaktı böyle. Elinden bir kaza çıkacaktı sonunda. Armstrong’un o çatallı sesiyle hep aynı heceyi tıslayıp durması çekilir şey değildi. Eline aldığı ama henüz bir yudum bile içemediği sabah kahvesiyle öylece kalakalmıştı Yaşar. Olacak iş miydi şimdi bu? On beş dakika önce büyük bir neşeyle uyandığı gün ne de çabuk kabusa dönmüştü!
Yaşar koltuğunda yarı doğrulmuş vaziyette öfke patlamaları geçirirken dünyada pek çok şey oldu. Örneğin çok uzakta, Vancouver’da limana yanaşmak üzere olan bir yük gemisinde büyük bir yangın çıktı. Şehrin birinde bir adam gömlek ütülemeye çalışırken dalıp gitti, kendine geldiğinde gömleğin kolunda üç paralel çizgi vardı. İstanbul’da bir metrobüs bilmem kaç tane yolcusuyla yolda kaldı, bir saat boyunca kapıları açılmadı. Yolcuların tümü burunlarından soluyor ve fakat nasıl oluyorsa aynı burunlar aynı anda birer vantuz gibi otobüsün camlarına yapışık duruyordu. Yaşanan dramdan ne otobüs şoförü, ne belediye başkanı, ne başbakan ne de herhangi bir diğer insan evladı kendisini sorumlu tutuyor; böylece olan ve hala olmakta olan olay sanki olmuyormuş, hiç olmamış ve hatta hiçbir zaman da olmazmış gibi oluyordu. Yaşar koltuğunda öylece durup dururken dünyada bir şey daha oldu. Turuncu gagalı minicik bir saka kuşu gelip Yaşar’ın penceresine konuverdi, hızlı hızlı atan küçücük kalbi dinlensin, sakinleşsin diye beklemeye koyuldu. Pencereden içeri bakıp önce Yaşar’ı gördü, sonra karşısında arsızca dönüp duran plakçaları.
Yaşar ani bir hareketle yerinden fırladı, sandalyenin üzerindeki montunu sırtına geçirdi. Sokak kapısını açıp dışarı çıkmadan önce plakçaların yanına gitti, hışımla elini uzattı. Tam iğneyi tutup havaya kaldıracaktı ki birden durdu. Yüzüne sinsice planlar yaptığını anlatır bir gülümseme yayıldı. Penceredeki kuş gözlerini dikmiş, pür dikkat olan biteni izliyordu. İçerdeki adam önce plakçalara gülümsemiş, sonra da ona “Sana kistübi lan” demişti. Ne demekti ki bu? “Dudak okumayı beceremiyorum” diye hayıflandı kuş. Beceriyordu.
Yaşar haddinden fazla sinirlendiği her durumda yaptığı gibi bu sefer de aptalca bir plan yapmış, daha kötüsü, bu plana yürekten inanmış ve onu uygulamaya koymuştu. Takıldığı yerden kurtarmayacaktı plağı, akşama dek kendi kendine söylesindi dursundu itin oğlu. Hayır, gece de düzeltmeyecekti, madem o inatçıydı, Yaşar ondan daha inatçı olacaktı. Bu hareketiyle hem plağa, hem plakçalara, hem Armstrong’a hem de toptan dünyaya hatırı sayılır bir ders vereceğinden emin, plağı döner vaziyette bıraktı ve kapıyı çarptığı gibi kendini dışarı attı.
Hava güzeldi. Kanada’nın kuzeyinde, Yukon eyaletindeki bu küçük kasabada Mayıs ayında havanın güzel olması demek, güneşin sapsarı gözlerini bir kez bile kırpmadan, dik dik aşağı bakması ve sıcaklığın sıfırın üzerinde beş altı dereceye ulaşması demekti. Kuşlar ötüyordu. Upuzun kutup kışının ardından toprak yeniden canlanıyor, ortalığa renk geliyordu. Sincaplar ağaçların dallarında saklambaç oynamaya başlamış, rakunlar çöp tenekelerinin tümünü birden yere sermiş, tavşanlar neşe içinde zıplayarak evlerin kapılarına dek sokulmuş, nehre yakın düzlüklerde çeşit çeşit kanatlılar toplanıp yüksek tondan naralar atar olmuş, Yukon Nehri yeri göğü inleterek kırılan buzlarından arınmaya, ufak ufak kımıldanmaya yüz tutmuştu. Yakında balıklar da çıkacaktı ortaya. Gümüş renkli, al renkli sırtlarını bir gösterip bir gizleyecekler, akşamları güneş bütün kızıllığıyla batarken kendilerini avlamak için nehre giren ayılarla birlikte dünyanın en güzel dansını sergileyeceklerdi. Her şey şiirlerdeki gibi olacaktı. Öyle ki, sözcükleri birer nakış gibi işleyen en usta şairlerle yaşama en derinden bakan, onu en güzel anlatan yazarlar toplanıp gelseler bu sonsuz güzelliğin karşısında birer çivi gibi çakılıp kalır, nefes almayı unutur, tüm sözcükleri birbirine dolaştırırlardı. İşte böyle güzeldi Yukon’da ilkbahar.
Şimdi bütün bunları görüp düşününce içi pırıl pırıl bir aydınlıkla dolmuştu Yaşar’ın. Tepeden tırnağa öyle derin, öyle ılık, öyle yumuşak bir huzurla yunmuştu ki, az önce plakçaların içinden doğru kendisine yapılmış o küstahça terbiyesizliği, evden çıkarken içini sarmış olan o öfke yumağını bir çırpıda unutuvermişti. Eğildi, bir taş aldı yerden. Nehre doğru baktı. Buzların zayıflamaya yüz tuttuğu, alttaki soğuk suyun belli belirsiz parıltılarla ışıdığı uzak bir noktayı kestirdi gözüne. Gözlerini kıstı, taşı fırlatmak için kolunu yavaşça geriye attı. İçinde bulunduğu anla o denli özdeşleşmişti ki, o artık Yukon’du. Birden dudağının sağ yanı alaycı bir gülümseyişle yukarı doğru kıvrılıverdi Yukon Yaşar'ın. “Eşşoğleşşek” dedi, “kendi kendine dön dur orada akşama kadar”.
Özgün Ulusoy
Ottawa, 9 Mayıs 2016