Aç Kapıyı Melek, Ben Geldim

Mart ayında bir gün, bir Cuma günü. Saat öğleden sonra 4:30. Sabah hava sıcaklığı eksi otuz santigrat derece idi, şimdi ısındı biraz, yalnızca eksi on. Ah Ottawa, söyle yetmedi mi artık bu kış? İşten koşar adım çıkıyorum. Melek otoparkta beni bekliyor. Önce camları kaplamış olan buzu elimdeki uzun saplı plastik spatula ile bir güzel kazıyorum. Eğer dünyanın bu köşesinde yaşamayı hayal ediyorsa oralarda birileri, işte bu gerçeği de hayallerinin bir köşesine dahil etmeli...


Mart ayında bir gün, bir Cuma günü. Saat öğleden sonra 4:30. Sabah hava sıcaklığı eksi otuz santigrat derece idi, şimdi ısındı biraz, yalnızca eksi on. Ah Ottawa, söyle yetmedi mi artık bu kış?


İşten koşar adım çıkıyorum. Melek otoparkta beni bekliyor. Önce camları kaplamış olan buzu elimdeki uzun saplı plastik spatula ile bir güzel kazıyorum. Eğer dünyanın bu köşesinde yaşamayı hayal ediyorsa oralarda birileri, işte bu gerçeği de hayallerinin bir köşesine dahil etmeli. Zira spatula ile buz kazımak yemek yemek, su içmek gibi hayatın doğal bir parçası buralarda. Araçların camlarına yapışan kar taneleri buzlaşıyor, kaskatı kesiliyor. İşin yoksa her allahın günü kazı babam kazı.


Melek’i satın alalı henüz bir ay kadar oluyor. İkinci el buz mavisi bir Nissan Sentra. Seviyorum onu, dışarıdaki buz çağından kalma günlerde bana mısın demeden ısıtıveriyor beni. Radyonun düğmesine basıyorum, bir Louis Armstrong şarkısı doluyor içeriye, kıştan eser kalmıyor. Sağolasın be Melek, sen olmasan ne yapardım ben?


Pedala dokunuyorum, yeri kaplayan buzun üzerinde nazlanmadan dönüyor tekerler.


Sözlerini bilmediğim şarkıya eşlik etmeye çalışırken kendime gülüyorum. Lisedeki halim geliyor aklıma, bilmem neden. “Balıkesir sıkışmışlığının içindeki günlerde otuz beş yaşımdaki şu anı bir kaç saniyeliğine görüverseydim, neler hissederdim acaba?” diye düşünüyorum. Heyecanlanır mıydım? Korkar mıydım? Sabırsızlanır, yıllar hemen geçsin mi isterdim?


Üniversiteye hazırlandığım dönemde özel kimya öğretmeni Kemalettin Bey eve gelip de Karbon atomlarından falan bahsederken söyledikleri daha kulağımdan içeri bile girmeden seker gider, köşedeki kitaplığın oralarda bir yerlerde kaybolurdu. Kaybolur muydu? Gitsem şimdi o eve, her kim oturuyorsa onlara anlatsam durumu, girip baksam. Bulmaz mıyım Kemalettin Öğretmen’in gri, iç bunaltıcı atomcuklarını, elektronlarını?


Yanlış anlaşılmasın, bilimle, kimyayla bir derdim yoktu. Benim derdim başkaydı. Odamın duvarlarında Satürn’ün, Mars’ın, efendime söyleyeyim Andromeda Galaksisi’nin Hubble Uzay Teleskobu tarafından çekilmiş fotoğrafları asılıydı. Nereden bulduysam adresini bulmuş, NASA’ya bir mektup yazıp ödevlerim için uzay fotoğrafları istediğimi söylemiştim. Bir ay geçmeden eve koca koca zarflar gelmeye başlamıştı. Her biri posterler, fotoğraflar, makaleler ile dolu bu zarfları okuldan dönünce posta kutusunun üzerine bırakılmış olarak buluyor, eve çıkan merdivenleri nefesim kesilerek üçer beşer tırmanıyordum. Diyeceğim o ki, bilime ve teknolojiye ilgim büyüktü de yine de Kemalettin Bey’in izotopları mideme sancılar sokuşturuyordu.


İş yerinden ayrılalı beş dakika oldu. Otobana benzeyen genişçe bir yolda, bir viyadüğün üzerindeyim. Sağda solda tarlalar, boşluklar. Tek tük binalar. Gözüm Melek’in gösterge paneline takılıyor. Hava sıcaklığı -10 derece. Onun hemen yanında büyük harflerle bir şey daha yazıyor. Bana bir şey mi söylemek istiyorsun Melek?


“TRUNK OPEN”. Melek’im bagajın açık olduğunu fark etmiş, bu karlı günde radyodan gelen güzel caz seslerini ve kafamda uçuşan düşünceleri bölmeye çekinerek, utanarak beni ikaz ediyor. Hiç lafı mı olur böyle şeyin be Melek? Söylesene rahat rahat, hem bölsen ne olacak, senden değerli mi?


Anlaşılan kar kazımak için kullandığım aleti bagaja geri koyunca kapağı kapatmayı unutmuşum. Hemen sağda emniyet şeridinde duruyorum. Dörtlü ikaz lambalarını yakıyor, nasıl olsa bir kaç saniye içinde kapağı kapatıp geleceğim için montumu almadan arabadan iniyorum. Soğuk insanın içine işliyor. İyi ki sabaha göre biraz ısındı hava, diye düşünüyorum. Güneş gülümsüyor uzaklardan bir yerlerden ve elbette bu da dondurucu soğuğu bir nebze kırıyor. Bagaj kapağı gerçekten de açık. Aslan Melek!


Kapağı kapatıp hızla geri dönüyor, arabaya binmek için kapının kolunu tutup çekiyorum. Bir kez daha çekiyorum. Sonra bir kez daha. “Melekçiğim, canım benim şaka mı yapıyorsun bana? Çok tatlısın ama bak hava soğuk, görüyorsun. Hadi canım.” Yok. Kapı kilitli. Vallahi de billahi de kilitli. Tek tek bütün kapıları deniyorum, nafile. Motor çalışıyor. Telefonum, montum, cüzdanım içeride. Buz gibi Ottawa kışı ve ben dışarıdayız. “Niye böyle yapıyorsun canım Melek? Hadi, aç artık şu kapıyı” diyor, bir kere daha deniyorum. Yok. Olmuyor. Kaloriferini tam gaz çalıştırıp ısınmakla ve radyoda çalan Frank Sinatra şarkısını dinleyip yolu seyretmekle meşgul Melek’in umurunda bile değilim. Boğuk bir ses duyuyorum içeriden: Let it Snow, let it snow, let it snow… “Ulan” diyorum içimden, “bu pislik bir de radyonun sesini mi açıyor inadına?”


Tamam. Şimdi bir plan yapmalıyım. Ellerim kollarım soğuktan uyuşmaya başladı bile. Böyle durursam ölürüm. Yardım istemek için çevreye bakıyorum. En yakın bina yaklaşık bir kilometre uzakta. Yolun karşısına geçiyor, ellerim ceplerimde, küfürler eşliğinde yürüyorum. Bir yandan da, Cuma akşamı olduğu için binadaki iş yerlerinden birinin hala açık olmasını umuyorum. Ferhan Şensoy’un bir yazısında Ottawa’nın yaz mevsiminden söz ederken sıcak havadan “Ottawa’nın Kızılderili sıcağı” diye bahsettiğini anımsıyorum. Sen bir de kışın gel buraya Ferhan Şensoy. Gel de şu halime bir bak!


“Şehrin Ortasında Soğuktan Donarak Öldü” gibi trajikomik gazete manşetleri canlanıyor gözümün önünde. “Türkiye’den gelmiş” diye ayrıca belirtiyor haberler, “Balıkesir’de Kemalettin Bey’den hibritleşmeyi öğrenmiş ve fakat anahtarı almadan kışın arabadan inmemeyi akıl edememiş.”


Bir tavşan gibi otoyol bariyerlerinin üzerinden atlayıp zıplayarak donmadan ulaşmayı başardığım binada yan yana dizili kapılardan birini tutup açıyorum. On, on beş kişilik bir ofis burası. Kapıya en yakın masada oturan kadın dışında herkes gitmiş. O da çıkmak üzere, hazırlanıyor. Ben içeri girince şaşkın ve ürkmüş bir şekilde bana bakıyor. Hemen açıklıyorum, “Arabamın kapısı kilitlendi dışarıda kaldım.” diyorum, “Donmak üzereyim, telefonunuzu kullanabilir miyim?” Sağ olsun biraz çekinerek de olsa yardım etmeyi kabul edip beni içeri buyur ediyor.


Önce 911’i arıyorum. Öyle salak bir durumdayım ki, ne yapabileceğime, bu sorunu nasıl çözebileceğime dair en ufak bir fikrim yok. Polise durumu anlatıyorum, “Şerefsiz Melek kapıları üzerime kilitledi” diyorum, “Yahu haydi her şeyi geçtim, bari montumu ver mübarek” diyorum, hatta iyice ileri gidip “Ulan, bu bana yapılacak şey mi?” diye dert yanıyorum. Ben polisin beni anlayıp içten bir “Vay eşşoğlueşşek” demesini, üzülmemem gerektiğini, polis teşkilatının yanımda olduğunu ve el ele verip o Melek denen şeytana pabucunu ters giydireceğimizi söylemesini beklerken karşı taraftan gelen tek yanıt “Ee yani neden aradın?” minvalli bir duraksama oluyor. Açıklıyorum, “Yani” diyorum, “kapıları kilitli ve içinde hiç kimse olmadığı halde motoru çalışan bir araba var yolun kenarında, görürseniz şaşırmayın”. Sonra soruyorum, “Ben ne yapayım şimdi?” Karşımdaki insanlıktan nasibini almamış polis memuru bir çekici çağırmam gerektiğini, gerekli notu aldığını ve bölgedeki polisleri konuyla ilgili bilgilendireceğini bildirip telefonu kapatıyor ve beni kaderimle baş başa bırakıyor.


Kadından rica ediyorum, bilgisayarından bir çekicinin telefon numarasını bulup söylüyor. Bir de “Arabayı çektirmene gerek yok, kilitli kapıları açabiliyorlar” diyor. Verdiği numarayı alelacele çevirip durumu anlatıyorum. Yarım saat sonra gelebileceklerini söylüyorlar. “Daha çabuk olmaz mı?” diyorum, “Olmaz” diyorlar.


Kimsenin halimi anlamadığı bu zalim dünyada son bir umut ofisteki kadına dönüp “Sen çıkmak istiyorsan beni bekleme, ben soğukta kendim ölürüm” diyorum. “Merak etme, beklerim” deyip gülüyor. İlk başta kapıda beni görüce hafif çekingen duran kadın şimdi oldukça cana yakın davranıyor: “Nerelisin?”, “Ne zaman geldin buraya?”, “Ben Türkiye’nin ismini duydum ama hiç gitmedim”, “Ana dilin ne?”, “Ana dilinde merhaba nasıl denir?”


Benim geçmişimle ilgili sorular yanıtlandıktan sonra sıra onun geçmişine geliyor. Soruyorum:


- Sen nerelisin? Ottawa’da mı doğdun?


- Hayır ben Mi’kmaq kabilesindenim.


- Mi’kmaq mi? Ben bunu daha önce hiç duymamıştım.


- Newfoundland’de, Atlas Okyanusu’na yakın coğrafyalarda yaşarız biz.


- Ee, Ottawa’da ne yapıyorsun?


- Beş sene önce buraya taşındım. İş bulmak zordu orada.


- Ailen hala orada mı?


- Annem vardı yakınlarda kaybettim. Akrabalar falan var elbette. Oğlumu alıp geldim.


- Oğlun çalışıyor mu?


- Evet, marangoz. Ben de burada çalışıyorum, bir sıkıntımız yok. Yalnız o şehrin doğu yakasında, Orleans civarında oturuyor. O kadar uzak ki! Bugün Cuma, akşam sevgilim ve oğlum bana gelecekler, güzel bir film izleyeceğiz.


- Senin ana dilin Mi’kmaqçe mi oluyor bu durumda?


- Evet. Ama çok az kişi konuşuyor artık. Benim oğlum mesela, tek tük anlıyor söyleneni.


- Çok yazık!


- Yazık tabii, devletin daha çok desteklemesi lazım, bir sürü dil kaybolup gidiyor. Üniversitelerde akademik olarak inceliyorlar, tamam çok güzel ama, gündelik hayatta kullanılmasının önünü açmak gerekir.


- Peki, sen nasıl ‘merhaba’ diyorsun kendi dilinde?


- Kwe’.


- Kwe’. Nasıl, güzel söyledim mi? Aksanım kötü mü?


- Hayır çok güzel söyledin, gerçek bir Mi’kmaq gibi!


Kadınla konuşurken aklıma geçen sene izlediğim çok çarpıcı bir belgesel geliyor. Kanehsatake: Direnişin 270 Yılı isimli film, 1990 yılında Quebec’in Oka kasabasında yaşananları belgeliyor. Daha önce defalarca yerlerinden edilmiş ve son olarak bu bölgedeki bir ormanlık alan içine yerleşen Mohawk kabilesine mensup yerlilerin, ellerindeki son yaşam alanını da almak isteyen devlet güçlerine karşı koyuşlarını anlatan film oldukça çarpıcı sahneler içeriyor. Yerlilerin bölgesini kuşatan askerlerle direnişçi Mohawklar arasında yaşananlar adeta bir savaşı andırıyor. Bunların Kanada’da yaşandığına, üstelik de çok değil bundan yalnızca 25 sene önce yaşandığına gerçekten inanamıyor insan.


- Bir sürü yerli henüz çocuk yaşta annesinden, babasından ve kardeşlerinden koparılarak büyüdü Kanada’da, diyor Mi’kmaq arkadaşım.


- Neden?


- Devletin sindirme politikası yüzünden. Kilise görevlileri gelir çocukları ailelerinden zorla alıp doğduğu, ait olduğu topraklardan uzakta bir şehre götürür ve beyaz bir ailenin yanına yerleştirirdi. Çocuklar bu yeni ailenin yanında kalır ve orada okula başlarlardı. Seneler boyunca ailelerinden haber alamazlardı ve sonuç olarak da benliğini yitirmiş ve yeni toplum düzeninin ferdi olmuş bireyler yetiştirilirdi. Bundan yirmi sene öncesine dek bu uygulama sürmekteydi.


- Seni alıp götürmedileri mi?


- Hayır beni değil ama ablamı götürmek istediler. Ablam senelerce ormanda saklanarak yaşadı. Ama sonunda onu arayanları atlatmayı başardı. Eğer onu bulsalardı bir daha ne o bizi görebilecekti ne de biz onu. Nerede olduğunu, hayatta olup olmadığını bile bilmeyecektik.


Duyduklarım tüylerimi diken diken ediyor. Bir yandan çok kültürlülüğü bir var oluş biçimi olarak benimseyen Kanada, öte yandan bu toprakların asıl sahiplerine resmen devlet eliyle işkence ediyor, hayatlarını akıl almaz biçimde zehir ediyor! Yer yer orada burada duyduğum bu öykülerden birini ilk kez birinci ağızdan dinliyorum. Aklıma birkaç ay önce, National Art Center’da izlediğim tek kişilik bir tiyatro oyunu geliyor. Kanada’daki ailesinden koparılıp San Fransisco’ya götürülen ve orada yaşlı bir kadının yanına yerleştirilen bir kızın öyküsünü anlatıyordu oyun. Genç kız bir gün okula gitmek üzere evden çıkıyor ve ailesini arayıp bulmak için kendini yollara vuruyordu.


Melek bu akşam bana bu adi oyunu oynamamış olsa tüm bunları öğrenmeden geçip gidecektim. Hayat ne garip! Hayır şımarma Melek, sana olan öfkem geçmiş değil. Seninle sonra hesaplaşacağız.



Derken çekici gelip ofisin kapısının önünde duruyor. Kadınla alelacele vedalaşıp dışarı çıkıyorum. Gelen görevliye arabanın yerini tarif ediyorum, birlikte oraya gidiyoruz. Bir kaç dakika içinde açıyor kilitli kapıyı.

- Borcum ne kadar?

- Yüz on yedi dolar.

Orada beş yüz dolar dese vereceğim. Ulan Melek, şu düştüğüm hale bak! Arabadan cüzdanımı alıyor ve parayı ödemek üzere görevlinin yanına gidiyorum. Eyvah! Kapıyı yine kapattım! Hemen koşar adım geri gidip kontrol ediyorum, sorun yok, bu kez kilitli değil. Çekici gülüyor halime.

- Az kalsın sana bir yüz on yedi dolar daha ödeyecektim, diyorum.

- Yok, ikinciyi ücretsiz açardım, diyor.

Direksiyona oturduğumda hiçbir şey olmamış gibi, usul usul yüzüme bakıyor adi Melek, sanki az önce beni öldürmeye çalışan kendisi değilmiş gibi.

- Sayende Mi’kmaqçe merhaba demeyi öğrendim, diyorum. Yanıt gelmiyor.

O kadar yorgunum ki, hesaplaşma konusunu şimdilik erteleyip bir an önce yola koyulmaya karar veriyorum. Buz gibi asfaltın üzerinde dönmeye başlıyor tekerler. Radyoda Tom Waits şöyle bir şeyler mırıldanıyor:

Well I hope that I don’t fall in love with you
’Cause falling in love just makes me blue,
Well the music plays and you display your heart for me to see,
I had a beer and now I hear you calling out for me
And I hope that I don’t fall in love with you.

Özgün Ulusoy
Ottawa, Ağustos 2016

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aşk Olsun Susan Hanım!

Yakamozu Yakalamak